28 Nisan 2013 Pazar

BİZ ESKİDEN, AYRAN İÇERDİK KEPÇEDEN...


Yayladayım. Çıplak güneş altında ot biçiyorum. Havadaki nem o kadar düşük ki yorgunluktan kemiklerin sızlasa bile damla terleyemiyorsun. Vücudundaki su,  güneş derini kavurdukça buharlaşıyor. Bir süre sonra ağzın kuruyor, için yanıyor.

Bir kaç adım aşağıda buz gibi akan pırıl pırıl bir pınar var. Ama işime kendimi o kadar kaptırmışım ki,  oraya gidip su içmeyi zaman kaybı sayıyorum. Bu arada annem tepsi üzerine konulmuş bir sürahi ve bardakla geliyor. Sürahinin kapağını azıcık açıp, göz ucuyla içine bakıyorum. Hani tencereye konulan ayran sıcaktan dolayı ekşir ve sonunda köpürür ya... Bardağı o  ayranla doldurmaya başlıyorum. Köpüğün altında sinsi sinsi yükseliyor ayran... Bardağın ağzında köpük bombe yapıyor. Henüz bardak dudağıma dokunmadan, köpük dudağımı şöyle bir yakıyor. Birazdan ağzımda, ardından boğazımda oradan da midemde hissedeceğim serinliğin tadını şimdiden duyuyorum..

Ayranı içtikten sonra güneşin harareti ile içerinin sabbareti bir birine zıt etkilerle başımı döndürüyor. Dudağımın etrafına köpük bulaşmış olduğunu, kuruyup tenimi rahatsız edince anlıyorum. Başparmağımla işaret parmağımın birleştiği yeri bir sünger gibi kullanıyor bir hamlede köpüğü temizliyorum. Bardağı tepsiye bırakırken Yaradan'a derin bir şükran sunuyorum. Annemin de ellerine sağlık..  İş çok... Vakit yok... Tırpanı  kavrıyor ve işe koyuluyorum...

Bir başka ayran hikayesinde buluşmak üzere...:)