11 Eylül 2013 Çarşamba

MİLLİ EĞİTİMİMİZ VE BİZ

Arşimet der ki: “Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım.”

Bu cümle bir vecize olmanın yanında, derin manaları içinde barındıran bir anlayışı ifade ediyor. Eğer bir şey üreteceksen, yeni bir şey geliştireceksen ya da mevcudu yenileyeceksen önce sağlam bir hareket noktası tespit etmelisin.

Yıllar önce yurtdışında öğretmenlik yaparken, oradaki il milli eğitim müdürü, bizim hakkımızda hem takdir hem tekdir ifade eden şu cümleyi söylemişti. “Bunlar, kullandıkları yöntemin hangi eğitim-öğretim metodu olduğunu bilmeden o kadar farklı metotlar kullanıyor ki, şaşırmamak mümkün değil!” Orada, o zaman ki bu eksiğimizi, sunduğumuz yüzlerce ekstralarımız büyük oranda perdeliyordu.

Eğitim terminolojisinden habersiz bir eğitim dünyamız var. Çoğu kez tanım olarak yazdığımız metin, bir kavramdan bizim ne anladığımızın ifadesi oluyor. Ama onun bilimsel literatürdeki karşılığını çoğunlukla bilmiyoruz.

Bize özgü terimlerimiz bile var: “Derse girmek”, “soru çözmek” ki doğru olan “ders vermek”, “sorun veya problem çözmek” olmalı değil mi? Kişi kendi terminolojini üretiyor bizde. Herkes kendine göre bir yol ve yöntem belirliyor. Yoksa genlerimize mi işlemiş bu yönümüz? “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” derler ya! “Her yoğurdun bir yiyiş şekli olmalı!” değil midir aslında? Bu yüzden insanlarımız birbirlerini anlayamaz, karşılıklı anlaşamaz hale geliyor. Aynı şeyi anlatmaya çalışırken bile çoğu kez kavga etmemizin sebebi bu olmasın?

Standartsızlığımız başımızın büyük belası... İlkokul birinci sınıf öğrencisinin defterine demokrasinin tarifini yazdırır, bir öğretmenimiz. Diğeri, ev ödevi olarak bir gün için onlarca test verebilir. Okumaya geçiş kitaplarında öyle kelimeler vardır ki, lisedeki öğrenciler bile bilmez anlamını… Uzun mu uzun kelimeler, devrik mi devrik cümlelere rastlayabilirsin bu kitaplarda…

Eğitimcilerimiz yazdıkları yüzlerce hatta binlerce test sorusundan bahsederler ama bu soruları yazarken hangi ölçeği, hangi standardı kullandıkları ile ilgili bir kaygıları yoktur. Piyasada temel ders kitabı yerine kullanılan yüzlerce yardımcı ders kitabı dolaşır ama bunların hangi eğitim-öğretim tekniğine göre hazırlandığı çoğu zaman bilinmez. Cilt cilt test kitapları vardır ama eğitim-öğretim tekniklerinin anlatıldığı, çağa uygun eğitim metotlarının tartışıldığı kitaplar olmaz, olanların da pek fazla müşterisi yoktur.

Problemleri en kısa yoldan çözmeyi öğretiriz çocuklarımıza… Cevap şıklarından giderek doğru seçeneği bulmayı deneyenlere bile rastlarız. Problem çözme stratejisi diye bir kaygımız yoktur. Sosyal hayatta usul konusundaki sıkıntılarımız da bu yüzdendir. Uzun soluklu projelerimiz, kademe kademe yapılandırılmış çalışmalarımız olmaz bizim. Bir yerde bir sorun görürse büyüklerimiz, kısa yoldan problemi halletmeye çalışırlar. Bazen de sorun üreten mekanizmayı ortadan kaldırır, yerine doğruluğuna inandıkları başka bir şey koyarlar. O da olmazsa bir başkasını…

Grup çalışması yaptırmayız öğrencilerimize.. Elbette bir miktar gürültü olur grup çalışmalarında. Bu bizi rahatsız eder. Öğrencilerin sessizce öğretmeni dinlemesini, öğretmenden öğrenmesini benimsemişizdir. Yetişkin olduğumuz da durum farklı değildir. Birileri konuşur biz dinleriz hep… Biz dinlemesek de o birileri konuşur zaten. .. Ayrıca birbirleriyle yarış halinde değil midir, öğrencilerimiz? Sınav kâğıdını tek başına işaretlemeyecek midir? Bu yüzden paylaşmakla ilgili sıkıntılarımız vardır bizim.. Takım çalışmalarındaki başarısızlığımız kim bilir, belki de bu yüzdendir. İş bölümü yaparak çalışamayız. Gemiyi yürüten kaptandır, bizde.. Başarıyı paylaşmaz, başarısızlıktan da pay çıkarmayız.

Her şey sonuç eksenlidir eğitimimizde. Önemli olan sınavdan alınan nottur. Amacımız öğrenciyi iyi bir lise veya üniversiteye yerleştirmek değil midir? Bu yüzden bilgiyi ezberletiriz biz… Dolayısıyla bilgiyi marifete dönüştürme, hayata geçirme kaygısı da ortadan kalkar. Çoğu öğrenci okuldan mezun olduktan sonra farkına varır bu gerçeğin… Oysa bilgi çabuk unutulur. O yüzdendir, bilgiyi hatırlatacak kurumların kapısını aşındırmamız. Ama marifete dönüşmeyen bilgi yüktür. Hakikat aşkını öldürür bu yük.. Öğrencinin yüreğindeki öğrenme heyecanını öldürür. Okumaktan, öğrenmekten belki de bu yüzden uzaktır insanımız…

Ölçme ve değerlendirmenin eğitim-öğretim sürecini yönetmedeki hayati fonksiyonu üzerinde pek konuşmayız. Süreci yönetmek için bir uğraşımız olmaz. Öğrencideki aksaklıklara müdahale etmeme konusunda çok sabırlıyızdır. Sınavı bekleriz. Sonucu bekleriz. Ebeveynlerimiz de ‘eti de kemiği de senin’ diye teslim etmemiş midir çocuklarını okula? Onlar da sonucu bekler. Nasıl olsa çalışmayan, tembel ve haylaz öğrenciler dönem sonunda boyunun ölçüsünü alacaktır.

Üniversitelerimiz eğitim üzerine doluyla tezler yazarlar. Diplomayı alabilmek için bu şarttır çünkü… Bunları yazanlar da eğitim-öğretime katkı yapıp yapmadıklarının farkında değildir. Çünkü o tezler arşivlerdeki yerlerini alırken, eğitim-öğretim için sahada koşturanların o tezlerden pek haberi olmaz.

Yani standart üstü bir standartsızlığımız vardır bizim. Anı kurtarırız, günü kurtarırız belki, ama bu bizim geleceğimizi kurtarmaya yeter mi, orası muamma lakin… Artık çocuklarımızın geleceğini ilgilendiren her meseleyi uzman beyinlere havale edip, acele etmeden, derinlemesine düşünerek eğitim-öğretimizi evrensel standartların üzerine yerleştirmemiz gerekiyor. En beceriksizimizi de sistem içerisinde kalmaya zorlayan standartlara ve o standartların uygulanmasını temin eden yapılara ihtiyacımız var. Bu bir angarya değil, ilahi ahlaktır ayrıca… Unutmayalım ki, eğitim konusunda yapılan bir yanlış, küçük bir ihmal; solan bir tomurcuk, kararan bir hayat demektir. Bugün toplum olarak birbirimize yaşattığımız sıkıntıları, gelecek nesillerin de birbirine yaşatmasını istemiyorsak, bir an önce harekete geçmemiz gerekiyor. Yoksa “Basra harap olduktan sonra” yapacak bir şey kalmayacak.