28 Ekim 2014 Salı

AHAN DA VALİDEBAĞ'INDA OLAN BİTENİ YAZIYORUM

Validebağ korusu Acıbadem Mahallesinde, Üsküdar belediyesi sınırları içinden bir yeşil alan.. Son günlerde koruya yapılmak istenen cami ile gündeme geldi.
Medyaya yansıdığı kadarıyla mahallelinin oraya cami yapılsı için bir talebi yok.. Ayrıca cami yapılmak istenen noktaya 200 m'den başlayarak 500 m uzaklığa kadar bir kaç cami var. Ama Üsküdar Belediyesi oraya ısrarla cami yapacağını söylüyor.


Cami yapılması düşünülen alan ise Validebağ korosu içerisinde değil..Mahallelinin araçlarını parkettiği ama koruya sınır bir metruk alan..



Anlaşılan mesele ne koru, ne de Cami.. Peki sorun ne?
Biz hep bir yerleri işaret eden parmağa bakarız. Tartışmanın tarafları da o parmağa bakmamızı ister zaten..
Ama aslolan parmağın nereyi işaret ettiğinin fark edilmesidir.
Bu tür el koyma işlemleri 30 Mattan bu yana tüm ülke sathında yapılıyor. Bahçesinden yol geçirilen cemaat okullarını hatırladınız mı? Evet hatırladınız.. Bunun cemaat-AKP mücadelesinin safhalarından ibaret olduğu düşünüldü ama değildi. AKP kendisine oy vermeyen cemaati hatta cemaatleri cezalandırıyordu. 


Ama iş orada kalmadı.. Peki Zeytinburnu Belediyesi tarafından duvarları yıkılmak istenen Tercüman sitelerini hatırladınız mı? Onlarca yıllık duvarlar neden yıkılmaya çalışıldı? Cevabı 2014 yılında yapılan seçimlerin sonuçları olmasın!..

Bir de Validebağ korusunun içinde bulunduğu Acıbadem mahallesindeki cumhurbaşkanlığı seçim sonucuna bakalım!..


Elbette o metruk alana el koymanın en kazançlı tarafı cami yapılacağını deklare etmek olacaktı... Oldu da.. AKP bir kez daha dini bütün parti oldu. CHP de cami düşmanı yaftasını bir kere daha yedi..

Şimdi soruyorum, rakibinizin yapmak istediğini anlamaz ve ondan daha stratejik düşünemezseniz, onu nasıl yeneceksiniz?

30 Eylül 2014 Salı

HAKİKATEN, KİMSE YOK MU?





“Fakat unutmayın ki ne onların (kurbanlarınızın) etleri, ne de kanları asla Allah’a ulaşacak değildir. Lâkin Ona ulaşan tek şey, kalplerinizde beslediğiniz takvâdır, Allah saygısıdır.” (HACC SURESİ/37. AYET)

2012-KURBAN BAYRAMINDA KURBAN ETİ DAĞITIRKEN BİZZAT ŞAHİT OLDUĞUM BİR OLAYDIR.

Beş-altı katlı bir binanın önündeyim. Sağ elimde yardım kolisi ve sol elimde iletişim bilgilerinin yazılı olduğu dosya var. 7, 8, 9 ve 10 numaralı binaları buldum ama 7/A’yı bir türlü bulamıyorum. ‘Olsa olsa, 7 numaranın yakınında bir yerdedir’ diye düşünerek, 7 numaralı binadan rastgele bir zile bastım. İkinci kattaki dairenin penceresinden bir genç kız başını uzattı. Anlaşılan onların ziline basmışım. “ Kim o?” diye seslendi genç kız…

Yardım yapacağım kişinin ismini söyleyerek, “affedersiniz, bu şahıs burada mı oturuyor”, diye sordum. Bir miktar düşündü genç kız. Ardından “bu binada öyle birisi yok” dedi. “Emin misiniz” diye sordum. “Ben; kimse yok mu gönüllüsüyüm. Onlara kurban eti teslim edeceğim.” Bu sırada pencereye birisi daha geldi. Onunla kısa bir görüşme yaptıktan sonra, kendinden emin bir şekilde “hayır, burada böyle birisi yok “dedi. Bu arada ben bakışlarımla sağı solu taramaya devam ediyordum.

Binanın giriş kapısının yanındaki pencerede bir kımıltı hissettim. Bir insan siluetinin pencereye ulaşmaya çalıştığını fark ettim. Bir hayli zaman sonra tül aralandı. Saçına ak düşmüş, 50’li yaşlarda bir kadın pencereyi açtı. İhtiyaç sahibinin ismini bir de ona sordum. “Evet, burada yaşıyor” dedi. “ benim eşim olur.”

Gayr-i ihtiyari başımı yukarıdaki genç kıza çevirdim. Mahcup olmuştu. “Haberim yoktu” dedi bana. Doğrusu sarsılmadım değil… Aynı binada oturduğumuz hem de ihtiyaç sahibi bir insanı bilmez ve tanımaz hale mi gelmiştik?
Kapının açılması için beklemeye başladım. Otomatik de yoktu herhalde. Kapıyı açmaya gelen kadın yürüme güçlüğü çekiyordu. Çok dikkatle bakamadım ama sanırım sol ayağını sürüyerek yürüyordu. Ana giriş kapısına kadar geldi ve kapıyı açtı. Kendimi tanıttım. “Hoş geldiniz. Buyurun içeri gelin“ dedi. Kolileri genellikle kapıdan teslim ediyordum ama açık duran kapıdan içeri baktıktan sonra, onunla biraz dertleşmeyi ve hakkında biraz daha bilgi sahibi olmayı arzu etmiştim.

Duvarlarına kasavet sinmiş tek odalı bir hanede yaşıyordu. Odanın birer duvarının önüne karşılıklı iki çekyat konulmuştu. Birisinin üzerinde bir battaniye vardı. Sanırım hem orada yatıyor hem de yakacak bir şeyi olmadığı için battaniye ile ısınıyordu. Diğer kanepeye de ben oturdum. Kapı girişinin hemen solunda küçük bir bölme tuvalet olarak düzenlenmişti. Herhalde banyo olarak da orayı kullanıyorlardı. Onun yanındaki diğer bölmeye de mutfak malzemeleri konulmuştu. Eşyalar pek eskiydi.

Bayramını kutladım önce… Ardından sohbete başladık. Bel fıtığı ameliyatı olmuş. “Ameliyat başarılı geçmedi, sakat kaldım” dedi. Dili değil acıyla derinleşen yüzünün çizgileri konuşuyordu adeta. Eşi ile birlikte bu tek odalı barınakta yaşıyorlarmış. “Çoluk çocuk yok mu”, diye sordum. “Allah vermedi” dedi. Daha dağıtacağım paketler vardı ama bir türlü kalkıp gidemiyordum.
Bu arada dışarıdan bir anahtarla kapı açıldı. İçeriye saçları dökülmüş sıska bir adam girdi. Beni görünce gülümsedi hafiften… Acı ile yoğrulmuş bir gülümseme… “Bekliyorduk sizi” dedi…

“Bekliyorlarmış demek” diye geçirdim aklımdan… Yaptığımız bu iş bir yıl beklenecek kadar kıymetliymiş oysa. Ve “bekleniyor olmak”, “birileri için umut olmak” ne kadar tatlı ama tatlı olduğu kadar da ağırmış. Kırk yıllık dostlar gibi kucaklaştık. Bir çanağın içinde şeker ve çikolata ikram edildi. Reddedebilir miydim hiç?

Şoförmüş.. Okul servisine çıkıyor, ücretli şoförlük yapıyormuş… “Bizim iş sekiz aylık, yazı boş geçiyoruz” dedi. “Yazın başka işte çalışabilir belki” diye aklımdan geçirirken, malul olan eşi aklıma geldi hemen. Bir erkek için evin bütün işlerini yapmak zorunda kalmak ne kadar zordu kim bilir…

“Allah razı olsun. Her yıl bizi düşünüyorlar” dedi kadının kocası… “ve gönderdikleri etler de lop et” dedi, “içinde bir tane bile kemik olmuyor” Teşekkürlerini iletmemi söyledi bana… “ Başüstüne” deyip, müsaade istedim. Birkaç dakikada nasıl da kaynaşıyormuş insan, Allah’ın rahmeti tecelli edince. Onları kendi hayat serüveniyle baş başa bırakarak ayrılmak zorundaydım oradan. Çünkü başka çaresizlerin, kimsesizlerin, diğer gariplerin hanelerine doğru yola devam etmeliydim.

Girdiğim o kapıdan, girdiğim gibi çıkamadım… Bir miktar şefkat, bir miktar diğerkâmlık ve bir miktar daha insanlık bulaştı elbiseme. Rabbime şükürler olsun ki, girdiğim o kapıdan girdiğim gibi çıkmadım…

12 Eylül 2014 Cuma

SÜBYANCILIK MI, GELENEK Mİ?

"Kadınlarınızdan âdetten kesilenlerin iddetinde tereddüt ederseniz, onların iddet süreleri üç aydır. Henüz âdet görmeyenlerin de süreleri böyledir. Hamile olan kadınların iddetleri, çocuklarını doğurdukları vakit biter. Kim Allah’ı sayıp O’ na karşı gelmekten korunursa, Allah onun işinde bir kolaylık verir." (TALAK SURESİ/4.AYET)

PEYGAMBERİMİZ;
571 yılında doğdu.
596 yılında Hz. Hatice ile evlendi.
İkinci çocuğu Hz. Zeynep 601’de doğdu.
611 yılında ilk vahiy geldi...

Hz. Zeynep, babasına peygamberlik gelince annesi Hz. Hatice ile birlikte İslamiyet'i kabul etmişti, ama kocası Ebü'l-As ise o dönemde iman etmemiş; ancak Müslüman olan hanımı ile beraber yaşamaktan da vazgeçmemişti. Bu şekilde evlilikleri Bedir savaşına kadar devam etmiştir.
Yani Hz. Zeynep vahiy geldiğinde 10 yaşındaydı ve evliydi..

Peygamberimizin kızı Rukiyenin, efendimiz (604 yılı) 33 yaşındayken dünyaya geldiği kaydedilir. Rukiye, Ebu Leheb'in oğlu Utbe ile diğer kızı Ümmü Gülsüm de Ebu Leheb'in diğer oğlu Uteybe ile nikahlandı.

Hemen bütün güvenilir kaynaklar, Hz. Peygamber'in bu iki kızının Ebu Leheb'in oğullarıyla zifafa girmedikleri konusunda müttefiktirler. Demek ki, zifaf için  beklenen ve belirlenen bir ölçüt vardı. Yani o devirde evlenir evlenmez zifaf olunmuyordu.

Ebu Leheb ve hanımı, kendilerinin İslam'a karşı tutumlarını yeren Tebbet Suresi'nin nazil olması ve aynı zamanda Rukiye ve Ümmü Gülsüm'ün İslam'ı kabul etmeleri üzerine, oğullarını Hz. Peygamber'in kızlarından ayrılmaya zorladılar. Neticede her ikisi de ayrıldı.

O devirde erken yaşta evlendirme bugün bize ters olsa da bir gelenekti. Nedenini Kureyş'in sosyal ilişkilerinde aramak lazım!.  Evliliklerle kabileler arasında akrabalık bağları kuruluyordu. Akrabalık bağının ne kadar önemli olduğunu Haşimoğulları'nın ve özellikle Ebu Talib'in inanmamasına rağmen efendimizi nasıl koruduğuna bakarak anlayabiliriz.
Ayrıca o devirde insanların ruhsal ve fiziksel olarak ne kadar hızlı ve yavaş geliştiklerini de bilmiyoruz. 14-15 yaşlarında devlet idaresine talip olan Şehzadeler çok uzağımızda değil!...

Elbette Kur’an-ı Kerim ilk olarak o devrin insanlarına konuşacaktı. Dolayısıyla o ayette bahsedilen şey sübyancılık ya da pedofili gibi bir sapıklık değil, bize göre farklı bir evlenme geleneği hakkında o günün insanlarına yapılan ikazlardır.

Kur'an bazı şeyleri teşvik etmediği gibi, reddetmez de!.. İnsanın aklına kapı açar!.. Kölelik gibi bu konu da onlardan birisidir.

2 Mayıs 2014 Cuma

ÖNCE SEN KENDİ YAKANI DÜĞMELE!..


Neymiş?

Adamın biri Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında soruşturma açılması ve Türkiye'ye iadesi için düğmeye basmış. Havuz medyasının hemen hemen hepsi aynı gün aynı manşeti atmıştı.

19 Haziran 1999'da Fethullah Gülen Hocaefendi hakkındaki ilk tertip kaseti ekrana süren, arkasından kaset furyasına vesile olan kişiydi, Ali Kırca..  Ve nihayetinde Nuh Mete Yüksel'in soruşturma açtığı olaylar zinciri için, Temmuz 2000’de verdiği bir mülakatta ‘düğmeye ben bastım’ diye övünüyordu.

Sonra ne mi oldu?

Bir gün üç katlı evinin üst kattaki oturma odasından çıktıktan sonra salonda bulunan asansörü çağırdı. Asansör göstergesinin üçüncü katı göstermesi üzerine Kırca, kapıyı açıp binmek için adımını atınca aniden boşluğa düştü.

Asansör boşluğuna düştükten sonra avazı çıktığı kadar ‘düğmeye basmayın’ şeklinde bağırdığını gazeteciler Kırca’nın evin bekçisinden öğrendi.

Bence Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında düğmeye basmak isteyenler  bir kez daha düşünseler, kendi sağlık ve sıhhatleri için çok hayırlı olur!

18 Şubat 2014 Salı

SİNEĞİN KANADINA TAKILIP KALANLAR

Allah gerçeği açıklamak için bir sivrisineği, hatta onun ötesinde olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. Allah bu misal ile birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir; ancak bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz. (Bakara/26)  


Dünyanın 180 ülkesine gidilmiş ve oralarda Türkiye tanıtılmış.. Tanıyanlar Türkiye'yi bir de kendi gözleriyle görmek istemişler ve akın akın gelmişler. İstanbul'u görmüşler. Sultan-Ahmet camisini gezmişler. Orada ezanı dinlemişler, mest olmuşlar. Anadolu insanının ilgi alakasına, gönül diline hayran olmuşlar.

Ardından "bu güzelliklerin kaynağı nedir?" diye düşünmeye başlamışlar. "Olsa olsa bu onların dinleridir" demişler. İslam'ı araştırmaya başlamışlar. Kimi, hakikate gezisi esnasında uyanmış. Kimisi geri dönerken  "ülkemin toprağına kafir olarak ayak basmayacağım" diye uçakta şehadet getirmiş. Kimisi ülkesine döndükten sonra hakikate uyanmış. Hidayet Allah'ın elinde değil mi?  "Gerçek şu ki, sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir. O hidayete erecek olanları daha iyi bilir." diye buyurmadı mı Yüce Kitabında?

Ama çok acıdır ki, bu kadar güzel şeyler varken, bir insanın hidayete ermesi üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı iken, bu işin mimarı, beyin yapıcısı o gözü yaşlı insan bütün bu yapılanlardan hissedar iken...

Ellerinde bir kanıt, bir belge olmadığı halde, etmedikleri iftirayı, yapmadıkları hakareti bırakmamışlar!

Oysa onlar işitmemişler miydi, Kuran-ı Kerim'de Allah'ın çağları aşan şu uyarısını?

"O sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Halbuki o, Allah'ın nazarında pek büyük bir vebaldi!" NUR/15 


"Peki Allah'ın dünyası geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya?" (Nisa/97) ayetini hayatında bir kez bile okumamış insanlar, onun neden hala hüzünlü gurbeti tercih ettiğini bilemez ki?

Yüz bini aşkın Sahabeden, yalnız on bininin kabrinin Mekke ve Medine'de olduğunu bilmiyorsa, Allah'ın adını duyurmak için hicret etmenin ehemmiyetini kavrayamaz ki!

Her şeyi bir tarafa bırakalım!
Edirne Üç Şerefeli Cami'de cami penceresinde geçen yılları görmek istemez..
Kestane pazarında tahta kulübede onlarca yıl edilen hizmetlerde nazar etmez de...
Bir vakıf binasında bulunan bir odacıkta, kirası bile verilerek yaşanan bir inziva hayatına takılır kalır...
Nasıl mı?
Tıpkı bir sineğin kanadına takılıp kalırcasına....